Bugün hüznümüzün, özlemimizin arttığı gün. Evet görmeden sevdiğimiz, özlediğimiz ulu başbuğumuz, başkomutanımız ve önderimiz Mustafa Kemal Atatürk Paşa’nın 10 Kasım 1938, 9’u 5 geçe sonsuzluğa göç edişinin 82. Yıl dönümü. Yokluğunun bizde yarattığı hüzün ve tahribat son yarım yüzyıldır kendisini açık açık hissettirmektedir. Gerçekleştirdiği devrimlerin, ilkelerin ve yeniliklerin çağdaşı olan ülkelere ve yöneticilere göre ne kadar ileride olduğunu ne yazık ki bugün idrak edebiliyoruz. Geçtiğimiz hafta kutladığımız 29 Ekim ile cumhuriyetin, öz yönetimin halkın egemenliği ilkesinin ne kadar değerli olduğunu, ulusçuluk ile din, mezhep, kabile ayırmadan ulus olmanın verdiği birlik ve beraberlik duygusunu, halkçılık ile köylünün kalkındırılması, şehirlinin kendini geliştirmesini sağlayan halk arasındaki uçurumun kaldırılmasını ülkü edinen görüşün değerini, devletçilik ile halkın ve yatırımcının gücünün yetmediği yerde devletin müdahil olup istihdam yaratmasının, iş ve aş vermesinin, laiklik ile yurttaşların din, mezhep ve düşünce ayırmaksızın devlet karşısında eşitliğinin sağlanmasını, devrimcilik ile bütün bu ülkü ve düşüncelerin temelinin atılmasını; durmadan değişmenin ve gelişmenin ülkü edinilmesini değerini anca anca anlamakta ve görmekteyiz ne yazık ki.
Peki Atatürk’ü anmak onu sadece 10 Kasım’da andıktan sonra geri kalan koca yıl boyunca ilke ve devrimlerinden uzakta yaşamak mıdır? Bir törenden öteye geçmeyen bir uygulama şeklinde mi ? Asla! Onu anmak bu değildir!. Devrimlerin temelini oluşturan laiklik, ulusçuluk ve halkçılık uygulamada, eylemsel alanda olmadığı sürece laftan öteye geçmez bu anma. Toplumun sürekli olarak birbirinden uzaklaşması ve kutuplaşması ulusçuluğa, halkın arasındaki iktisadi uçurumun artması halkçılığa, dinsel mezhepsel bölünme ve kutuplaşmalar ise laiklik ilkesine zarar vermektedir. Elbette ki herkes laiklik ilkesi gereği vicdanı ve düşüncesinde özgür ve istediği gibi yaşama, düşünme ve inanma özgürlüğüne sahiptir. Buradaki anlatılan farklılıkların olmasına karşı olmak değil bu farklılıkların toplumda korku ve nefret yaratmasıdır. Bu önlendiği zaman laiklik ilkesi tam anlamı ile uygulanacaktır. Temelde bu üç ilke zaten devrimciliğin ve cumhuriyetçiliğin iskeletini oluşturmaktadır.
Sosyal ve iktisadi uçurumlar ise az öncede söz ettiğimiz gibi halkçılık ilkesine zarar vermektedir. İşte en son 30 Ekim 2020 tarihinde şehrimizde yaşadığımız üzücü deprem. Sosyal eşitsizliğin ve halkçılık ilkesinden uzaklaşmamızın apaçık örneği değil midir?
Elbette deprem sonrası halk olarak, sivil toplum kuruluşları ve kamu kuruluşları olarak kenetlensekte, keşke bu yıkımlar yaşanmasa ve halkımızdan bazı kimseler hala aramızda yaşıyor olsa idi. Bu vesile ile tüm İzmir halkına geçmiş olsun dileklerimi iletiyor; ölen yurttaşlarımıza rahmet, kalanlara başsağlığı diliyorum.
Ve o. Büyük önder Atatürk. Saygı, özlem ve minnetle anıyorum. Devrimlerinin ve ilkelerinin peşinden gitme temennisi ile. Esen kalınız.