Kunta Kinte’yi kırk yaş üzerinde olanlar bilir. O, ülkemizde 1981 yılında TRT de yayınlanan Kökler (Roots) dizisinin özgürlüğü için mücadele veren zenci köle kahramanıdır. Alex Haley’nin aynı adlı romanından uyarlanan dizi bize yabancı olan bir gerçeği de öğretti. Kölelik ve Irkçılık.
Amerika’da uzun süren ve çok sayıda zencinin canını vererek elde ettikleri yasal özgürlüklerini kabul etmeyen ırkçılar dünyanın her tarafında varlıklarını sürdürüyorlar. Geçen mayıs ayında ABD’nin Minnesota eyaletine bağlı Mineapolis kentinde 46 yaşındaki George Floyd adlı siyahi biri göz altına alınıp elleri arkadan kelepçeli iken beyaz bir polisin boynuna dizi ile bastırması sonucu hayatını kaybetti. Yoldan geçen birinin cep telefonu ile çektiği görüntülerde George Floyd’un “Nefes alamıyorum” sözleri duyuluyor.
Bugün 21 Haziran 2020. 1964 yılının aynı gününde bu kez Mississippi eyaletinin küçük bir kasabasında zencilere ait bir kilisenin yakılmasını araştırmak için kasabaya gelen biri zenci üç genç aşırı hız yapmaktan göz altına alınıp serbest bırakıldıktan sonra Ku Klux Klan grubu üyeleri tarafından öldürülür. Alan Parker’in yönettiği Mississippi Burnıng (1988) filmi bu ırkçı cinayetleri ve sonrasında yaşananları anlatıyor. İki FBI ajanı biri zenci kayıp üç İnsan Hakları Savunucusu genci araştırmak için kasabaya gönderilir. Yaşlı ve tecrübeli Rubert Anderson (Gene Hackman) ile genç ve idealist Alan Ward (Willem Dafoe) kasabaya geldiklerinde gördükleri üç gencin kaybından daha fazlası ile karşılaşırlar.
Zenciler ırkçı beyazlar şiddeti ile sindirilmiştir. Lokantalarda ayrı yerlerde yemek yemektedirler. Bu ayrımı hemen filmin başında görürüz. Su içmek için duvara monte edilen iki musluk vardır. Musluların suyu tek bir borudan gelmekte ve daha gelişmiş olanı beyazlara, diğeri ise zencilere ait olduğu duvardaki tabela ile gösterilir. Yönetmen, renklerimiz ayrı olsa da kaynağımız tektir der gibidir. Yönetmen bizim için tanıdıktır. Midnight Express (Geceyarısı Expresi) filminin yönetmenidir. 1978 yılında çektiği ve ülkemize gelip uyuşturucu ile yakalandıktan sonra cezaevinde işkence gören bir İngiliz’i anlatan filmdir Geceyarısı Expresi.
Kasabanın şerifi ve polisleri iki ajanın gelmesinden rahatsız olurlar. Ajanların konuştuğu kişilere saldırırlar. Zenciler onlara bilgi vermekten korkarlar. Ancak kasabada siyahların evleri yakılır, zenciler ve hayvanları yanan evlerde ölür. Olaylar ülke gündemine yerleşir ve kasabaya gelen gazeteciler bile ırkçıların saldırısına uğrar. Irkçılara göre onlar Yahudi ve komünisttir.
Yönetmen, derinlemesine olmasa da ırkçılığın kaynağına da değinir. Irkçı beyazlar zaten iki kültür olduğuna inanırlar Beyaz Kültür, Zenci Kültür. Bunların birlikte olması olanaksızdır. Ancak buna inanmayan azınlıkta olan ve sesleri çıkmayanlarda vardır. Şerif yardımcısının karısı Mrs Pell (Frances McDormand) onlardan biridir. O, nefretin doğuştan sahip olunan bir şey olmadığını okullarda çocuklara İncil’de ırkçılığın yazdığının söylendiği bu o kadar sıkça yapılır ki yedi yaşındaki çocuklar buna inanır. Nefretle büyür ve nefretle evlenirler.
Bu nefret, kasabanın belediye başkanı, iş adamları ve yargıcında da fazlasıyla vardır. Yargıç, suç işleyen beyazları dışarıdan gelenlerin kışkırttıkları nedeniyle onlara ceza vermez. Filmde kötüler olsa da iyi polisler ve iyi yargıçlar sayesinde en sonunda cezalarını bulurlar (verilen hapis cezaları on yılı geçmez). 56 yıl sonra George Floyd’un elleri arkadan kelepçeli olarak, bir kaldırım kenarında beyaz bir polisin boynuna bastırdığı dizinin onu öldürmesine engel olamadı. Mississippi yanmaya devam ediyor. “Nefes alamıyorum.”