90’ların ortasıydı. Çeşmeli fotoğraf sanatçısı Cavit Kürnek’in fotoğraf atölyesine gidiyordum. Bir yaz akşamı gün batımı fotoğrafları çekmek hem de grupça eğlenmek için, Konak iskelesinden kalkan vapurla İzmir Körfezi turuna katıldık. Üstelik akşam yemeği açık büfeydi. Yemek saati geldiğinde insanlar yemeklere saldırdı. Tabaklar taşarcasına çeşit çeşit yemeklerle doldu. Kalabalığın yemeklerini almasını beklemek yerine bari fotoğraf çekelim dedik. Yemeğimizi almaya gittiğimizde hiç bir şey kalmamıştı. Boş tabakların konulduğu masaların üzeri yenilmeden bırakılan tabaklar dolusu yemek artıklarıyla doluydu. Aç kalmıştık, ancak akşam güneşinin daha da güzelleştirdiği Kordon’u izleyerek ruhumuzu doyurmuştuk.
Gözünü açtığında karşınızda bir ranzanın üzerinde mahkum kıyafetleri giymiş bir adam görüyorsunuz. Sizde benzer bir ranzadasınız elbiseleriniz de aynı. Hapishanedesiniz. Ama bu filmlerde gördüğünüz hapishanelere benzemiyor. Dörtgen şeklindeki hücrenin yüksek duvarlarının karşılıklı olanlara bitişik iki ranza, duvarda musluk ve bulunduğunuz katın numarası. Kapısı olmayan hücrenin ortasında kare şeklinde bir boşluk vardır. Bu boşluktan aşağı ve yukarıya baktığınızda sayamayacağınız kadar başka katlar olduğunu görüyorsunuz. Ve karanlık.
Galder Gaztelu- Urrutia’nin yönettiği The Platform (2019) veya El hoyo filmi bu distopik hapishaneyi anlatır. Dikey hapishanede her katta iki kişi bulunmakta ve her ay bulundukları kat, iki ayda bir de hücre ortağı değişmektedir. Değişim zamanı gelince mahkumlar içeriye verilen gaz ile uyutulduktan sonra bu değişimler yapılmaktadır. Dış dünya ile hiç bağlantı yoktur. Her gün ortadaki boşluk ile yukarıda özenle hazırlanmış yemekler katlara sırayla iner, katta durduğu kısa sürede mahkumlar saklamamak koşulu ile bu açık büfeden istedikleri kadar yiyebilmektedirler. Üst katlarda olanlar tabi ki. Yemekler alt katlara indikçe tükenmekte ve kirlenmektedir. Kirlenmektedir çünkü yukarıdakiler yemeklere bağırsaklarını boşaltmak da dahil olmak üzere her şeyi yapmaktadırlar. Aşağıdakilerinin bir önemi yoktur. Çünkü onlar aşağıdadır. Bir de “Düşenler” vardır ki onlara boş tabaklardan başka bir şey ulaşmaz. Yukarıdakiler her şeyi yemiştir zaten.
Hapishane yönetiminin “Dikey Öz Yönetim Merkezi” dedikleri mahkumların Delik dedikleri bu yerde üç tip insan vardır; Yukarıdakiler, Aşağıdakiler ve Düşenler. Bu ayrım sınıfsal bir ayrım olmayıp bulunulan katlara göre olsa da en yukarıdakiler besinlerin en çoğunu ve en iyisini yemektedirler. Ancak onların yemek sorunu olmadığından mideleri yerine kendilerini dinlediklerinden girdikleri bunalım sonunda boşluğa atlarlar. Aşağıdakiler ise yukarıdakilerin her türlü aşağılamalarına katlanmaları gerekir. Düşenler ise ya hücre arkadaşını yiyecektir ya da ona yemek olacaktır. Ancak sonraki ay geldiğinde eğer hayatta kalırlarsa nerede olacakları ve nasıl bir insan olacakları belli değildir.
48. katta uyanan Goreng (Ivan Massagué) buraya sigarayı bırakmak ve Don Kişot’u okumak için altı aylığına kendi isteği ile gelmiştir. Gönüllü veya suç işledikleri için gelenler yanlarında bir eşyalarını getirebilmektedir. Goreng’in tercihi Don Kişot romanı, katil olan hücre ortağının ise keskin bir bıçaktır. Aslında herkese yetecek kadar yemek vardır. Ancak yukarıdakilerin aç gözlülüğü yüzünden aşağı katlara yemek kalmaz. Goreng, bu durumu değiştirmek, insan kalabilmek için direnir. İnsanlara yemeğin herkese yetebileceği mesajını vermek için uğraşır. Ancak bunu başarabilecek mi ? Yönetmen filmin sonunu bize göstermez.
Bu sorunun cevabını kendimiz vermeliyiz. Biz aşağılardakilere yemek bırakacak mıyız?