Kasım 2013’de Diyarbakır’da yapılan mitingde İbrahim Tatlıses ile Şivan Perver’in birlikte söylediği Megri megri türküsünü televizyonda izlediğimde otuz yıl geriye gittim. İstanbul’da üniversite öğrencisi olduğum 80’li yıllara. Bakırköy tren istasyonunda Urfalı fakülte arkadaşımdan dinlemiştim bu Kürtçe ezgiyi. Sözlerinden sadece “Ağlama ağlama” aklımda kalmıştı. Ancak yıllar geçse de türkünün bende bıraktığı hüznü hiç unutmadım. Televizyonda izlediğim ezgilerin Bakırköy tren istasyonunda arkadaşımdan dinlediğim ezgilerle hiç ilgisi yoktu. 12 Eylül darbesinin en ağır baskılarının sürdüğü yıllardı. Kürtçe konuşmak, türkü söylemek, bunu bağlama ile yapmak en ağır suçlardandı. Sonra araya kan girdi arkadaşımla birbirimiz için öteki taraf olmuştuk artık.
Savaşlar asırlarca birlikte yaşamış halkları birbirine düşman etti. Dünyanın her tarafında bunun örnekleri saymakla bitmez. Anadolu’da asrın başında yaşanmadı mı? Yüz yıllarca aynı topraklarda aynı türküleri birlikte söylemiş Türkler, Rumlar, Ermeniler ve diğer halklar birbirine düşman edilmedi mi? Şirinceli Dido Sotiriyu ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı kitabında bu dönemi anlatır.
Edebiyat ve sinema ürünleri bu dramları hep ele aldı. Korkarım almaya devam edecek. Makedonyalı yönetmen Micho Manchevski de ülkesinde yaşanan acıları bir filmle tarihe not düşer. Before The Rain (Yağmurdan Önce) filmi yakın geçmişte Balkanlarda 90’lı yıllarda yaşanan benzer acılardan bir kısmını anlatır. İkinci Dünya Savaşında Hitler’e karşı birlikte savaşıp zaferden sonra Mareşal Tito önderliğinde kurulan Yugoslavya’nın emperyalist güçlerce dağıtılmasıyla birlikte başta Bosna olmak üzere ülkede Sırplar tarafından çoğunlukta olan Müslümanlara soykırım uygulandı. Binlerce insan katledildi, evlerinden uzaklaştırıldı, kadınlar tecavüze uğradı.
Skopje (Üsküp) , Makedonya doğumlu yönetmen Micho Manchevski’nin yazıp yönettiği ilk film olan Before The Rain işte bu katliamların hemen sonrasında 1994 yılında İngiltere’de çekildi. Filimde Makedonya’da bir köyde ve Londra’da yaşanan üç farklı aşk öyküsü eşliğinde barış içinde yaşayan Makedonya halklarının iç savaşla birlikte birbirleri için öteki taraf oluşlarını içimiz burkularak izleriz. Belki de bu burukluk anlatılanların bize tanıdık olmasındandır.
Yönetmen öyküsünü birbirini tamamlayan iç içe geçmiş üç bölümde anlatır. Kelimeler, Yüzler, Fotoğraflar. Üç bölümde de on altı yıldır ülkesi Makedonya’yı terk edip Londra’da yaşayan Pulitzer ödüllü savaş fotoğrafçısı Alexander Kirkov ile ilgilidir. Film ve birinci bölüm Anastasia’nın muhteşem müziği eşliğinde bir manastırın hemen yakınındaki sebze bahçesinde sessizlik yemini etmiş rahip Kirlov’un sakin ve huzurlu görüntüleri ile başlar. Ancak uzaklarda yağmur başlamıştır bile, yakında oraya da gelecektir. Çocuklar bile artık savaşla ilgili oyunlar oynamaya başlamıştır. Arnavut kızı Zamira Hristiyan bir çobanı öldürüp manastıra rahip Kirlov’un odasına sığınır. Kan dökülmüştür artık.
İkinci bölüm Yüzler, Londra’da geçmektedir. Alexander’in evliliğini bitirmek üzere olan Anne ile ilişkisi vardır. Onunla birlikte Makedonya’ya dönmek istese de kaderine doğru tek başına yola çıkar. Anne ve eşinin buluştukları Londra’ daki kafede yaşananlar ‘dünyanın herhangi bir yerinde şiddet varsa bu sadece orda yaşayanların sorunu değildir, herkesin ortak kaderidir’ mesajını verir.
Üçüncü ve son bölüm Fotoğraflar’da Alexander kendi topraklarına döner. Yıkık dökük de olsa kendi evinde kendi yatağında uyumaktadır. Ancak hiç bir şey on altı yıl önce bıraktığı gibi değildir. Köylerin girişlerinde silahlı nöbetçiler, bizler ve ötekiler vardır. Müslümanlar, Hristiyanlar. Makedonlar, Arnavutlar ve diğerleri. Çocukluk sevgilisi Arnavut Hana iki çocuklu bir duldur. Hana’nın kızı Zamira’yı Alexander’ın kuzenleri yakalamıştır. Hana ondan “kendi kızını kurtarır gibi” kurtarmasını ister. Yağmur yağmak, savaş ise yağmurla birlikte gelmek üzeredir ve savaşta tarafsız olmak mümkün müdür? Filmin başında yaşlı papazın sessizlik yemini etmiş genç rahip Kirlov’a dediği gibi “Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir.”
Zamanı geçmişe döndürüp şarkılarımızı Bakırköy’deki o istasyonda birlikte söyleyebilir miyiz? Elbette bir gün bu gerçekleşecek. Çünkü şarkılar insan değildir, birbirine düşman olmaz.