“Korkmuyordu çünkü o bir Türk kedisiydi” gibi bir cümle, nasıl ilgi çekmez şimdi? Tabii ki benim de ilgimi çekti. Şovenliği kedi köpeğe indirgemek biraz ayıplanacak konu olsa da okunuyor işte. Bakalım bu “korkmayan Türk kedileri” neyin nesidir?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları’nca yayınlanan, Sefa Kaplan’ın “Batılı Gezginlerin Gözüyle İstanbul” kitabında, adını taşıyan bir cadde olmasına rağmen, İstanbulluların bile tanımadığı Fransız Claude Farrere’in, geçen yüzyılın başında yazdıkları aktarılıyor. İşte “Türk kedileri” de Farrer’e konu oluyor.
Claude Farrere, asıl adı Frederic Charles Pierre Edouard Bargogne (1876-1957) olan, egzotik Levant romanlarıyla ün kazanan bir Fransız deniz subayı. Bir süre İstanbul’da yaşayan Claude Farrere, "1902 yazında Fransa’dan ayrılırken Türklerden ölesiye hoşlanmadığımı söylersem bana inanın. Zaten koleji bitiren bütün Fransızlar öyledir" diyor ve ekliyor. “Ve 1904 sonbaharında, tepeden tırnağa kadar Türk dostu olarak vatana döndüm.”
Şükür! Bir Fransız kazanmışız yüz yılda. Kazanamadıklarımız ise bugünün Fransa’sında gözümüzü oyuyorlar.
İstiklal Savaşı’nın ilk günlerinde, "Eğer Fransız olmasaydım, Yunanistan’a karşı, İngiltere’ye karşı, hemen hemen bütün Avrupa’ya karşı Ankaralı dostum (Mustafa) Kemal Paşa’nın yanında öyle candan savaşırdım ki…" diyor Farrere.
Caddeye adı verildi
Bu görüşlerini Fransız L’Intransigent gazetesinde de yayımlayıp, "Hazırlanan bu kavgada ben, kuvvetliye karşı zayıfın, zalime karşı mazlumun, Hıristiyan’a karşı Müslüman’ın tarafındayım" deyince, Osmanlı borçlu kalıyor. Yaşadığı Cağaloğlu’ndaki caddeye Claude Farrere’in adı veriliyor.
Farrere, İstanbul’daki “Türk, Rum ve Ermeni” kedilerini karşılaştırıyor. İttihatçıları da 80 bin köpeği katlettikleri için lanetliyor.
Ve de ünlü anekdotu… "Kruvazörümüzün sandalı rıhtımdaydı. İçinde gemiye dönmek üzere olan üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa, bir tekir kedi peyda oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşlardan biri, ‘Bak’, dedi, ‘bir Türk kedisi!’ ”
“Evet, bizden korkmadığına göre, hiç şüphesiz bir Türk kedisiydi. Gerçekten, İstanbul’un kedileri çok bariz şekilde ikiye ayrılır: Müslüman mahallelerinde yaşayan Türk kedileri -bu mahallelerde herkes hayvanlara karşı daima iyi davranır- ve Rum yahut Ermeni kedileri; bunlar reaya mahallelerinde yaşar, buralardaki Doğu Hıristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar zayıf olan her şeye karşı alçakçasına zalim davranırlar. Bu mahallelerde yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez selameti kaçmakta bulur. Tophane’deki tekir kedi, bir Türk kedisiydi!"
Korkusuz Türk kedisi
Türk kedisini gemiye alırlar. Verdikleri balığın kılçığı boğazında kalınca, geminin doktoru müdahale eder. Doktorun “saldırabilir” endişesine karşılık, "Bir çeyrek dakika sonra, doktora doğru yürüdü ve güzel yeşil gözleriyle ona bakarak, arka arkaya ellerini yalamaya başladı. Bu korkusuz bir Türk kedisiydi" “Vay, ne kedilerimiz varmış o zaman…” diyeceğim, ama bu kadar şoven bir tavır da olmaz. Kedinin köpeğin milliyeti olur mu? Ayıp artık.
Örneğin köpekler konusunu imparatorluğun durumu ile ilgili bir yaşam bilgisi olarak anlatan Jason Goodwin, “Lords of the Horizons” (Ufukların Sahipleri) adlı kitabında şunları anlatıyordu.
“Osmanlı kentlerindeki köpekler kentleri temiz tutarlardı. İstanbul’un çöplerini gübreye çevirir, gübreleri dericiler tarafından toplanıp, deri terbiyesinde kullanılırdı. 19’uncu yüzyılın sonunda, sadece İstanbul da 1milyon 200 bin nüfusa karşın 150 bin köpek vardı.”
“Türkler köpekleri eve almazlar ancak çok iyi davranırlardı. Onlara yiyecek verirler, hatta bazı hayırseverler, öldüklerine köpekler yararına kullanılmak üzere terekelerini vakıf olarak bırakırlardı. Ancak Rum ve Ermeniler köpeklerden nefret eder, onlardan kurtulmak için zehirli et atarlardı.”
“Budapeşte’nin kaybedilmesinden sonra Padişah, “Bu sıkıntıda ava çıkıyor” demesinler diye tazılarını bile saraydan çıkarmadı.”
Türklerle gelmişler
“Köpeklerin İstanbul’a 1453’de Türklerle birlikte geldiği efsanesi dillerde dolaşırdı. Sahipleri gibi gezgin ve göçmendiler. Sahipleri yerleşince, onlar da yerleştiler. İstanbul’un her karışını sahiplenip, bulundukları bölgeleri korur oldular. Asla dükkanlara, lokantalara girmez, dışarıda otururlardı.”
“Köpeklerin kurdukları bölge çeteleri o kadar yerleşikti ki, bir İngiliz Leydi’sinin Pera Palas’tan çıkıp kaybolan Terrier cinsi köpeğini, Pera Palas bölgesinin köpeklerinin, kılına bile zarar gelmeden bulup, getirip, otel kapısında sahibine teslim ettikleri anlatılırdı.”
“Padişah beş parasızdı. Buna rağmen, İstanbul köpeklerinin derilerinden eldiven yapmak isteyen Fransız şirketinin, yarım milyon Franklık teklifini asilce reddetti.”
“1918’de İstanbul sokakları ve geceleri köpeklerin egemenliğine geçince İttihatçıların emriyle on binlerce köpek toplanıp mavnalarla Hayırsız Ada’da aç susuz ölmeye gönderildiler. Yüzerek dönmeye çalışanlar da hemen boğuldu.
Gördüğünüz gibi Goodwin’in yazdıklarında Osmanlı, Türk, Rum, Ermeni köpeklerinden söz edilmiyor.
Milliyetçiliği kedi köpeğe indirgemek, milliyetçiliğe de zarar verir. Yok korkusuz Türk kedisiymiş, falan, filan. Haydi, Claude Farrere Türksever bir asker ve yazar. Söylediklerini yüz yıl önce söylemiş, ama bunu bugün milliyetçi bir tavırla ve eleştirmeden yazmak bana garip geliyor.