Sarı ışıkla birlikte hareket eden arabaların ortasında duran otomobil yeşil ışık yanmasına rağmen hala hareketsizdi. Diğer araç sürücülerinin tepkileri boşunaydı. Çevredeki insanlar arabanın kapısını açtıklarında direksiyondaki adam “kör oldum” dedi.
Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük romanı 1995 yılında yayınlandı. Yazar, adı bilinmeyen ülkenin bir kentinde başlayıp tüm insanları kör eden salgını anlatır. Brezilyalı yönetmen Fernando Meireller, 2008 yılında romanı sinemaya uyarladı Senaryoyu Saramago ve Don McKellar ile birlikte yazdı.
Kör şoförü “yardımsever” biri evine götürür. Eşi rehberden bulduğu göz doktoruna taksiyle götürür. Çünkü yardımsever aslında araba hırsızıdır. Doktor, adamı muayene ettikten sonra gözlerinin sağlıklı olduğunu söyler. Ancak adamın gördüğü sonsuz beyazlıktır. Sanki bir süt denizin ortasındadır. Doktor sabah uyandığında hiçbir şey göremiyordu. Bulaşıcı bir salgınla karşı karşıya olduğunu düşündüğünden ona sarılmak isteyen eşini uzaklaştırmak istese de kadın ona sarılarak görmeyen gözlerini öper. Doktorun bakanlığa durumu haber vermesi, hastanelere başvuran körlerin artması üzerine bakanlık karantinaya karar vererek boş bir akıl hastanesini bu hastalara ve onlarla temas kuranlara ayırır. Çünkü birinci köre yardım eden araba hırsızı, doktorun muayenehanesinde olanlarda kör olmuştur.
Karantina hastanesine ilk önce doktor ve karısı getirilir. Doktorun karısı kör olduğunu söyleyerek girebilmiştir. Sonrasında birinci kör, onun karısı, araba hırsızı, doktorun muayenehanesinde olanlar, koyu renk gözlüklü genç kız, şehla çocuk, gözü siyah bantlı yaşlı adam, sekreteri getirirler. Koğuşlar dolana kadar onlarca yeni kör içeri tıkılır. Şehrin adı olmadığı gibi romanda ve filmde kimsenin adı yoktur. Romanda yazmasa da filmde kahramanlar (oyuncular) dünyanın çeşitli ülkelerine ait kişilerdir. Hatta sağlık bakanı uzak doğuludur.
Orada yemek içmek, temizlenmek, tuvalete gitmek çok zordur. Birinci koğuştakilere doktorun karısı yardımcı olsa da yeterli olmaz. Zamanla her yer pislik içinde kalır. Gelen yemek yetersiz ve bu iş körlere kalınca dağıtım adaletsizdir. Güçlüler ise bunu ticarete dökerler. Dışarısı daha da kötüdür. Kazalarda insanlar ölmektedir, panik ve kaos hakimdir. Tüm hayat durur. Yiyecek ve içecek kalmaz. Artık doktorun karısı dışında herkes kördür. Dünyaya “Beyaz Felaket” hakimdir.
Yazar, gözlerimizi zaten kapadığımız, görmemezlikten geldiğimiz, dünyadaki açlık, sefillik ve kötülükle yüzleştirir. Özdeşleşeceğimiz kimse yoktur. Aslında her birimiz onlardan biriyiz. Tanrı Kent (2002) ve Arka Bahçe (2005) filmleri ile bilinen yönetmen romanı nerdeyse bire bir filme aktarır. Oyuncular gözleri görmeyen insanları çok iyi canlandırırlar. Doktorun karısının (Julianne Moore) yüzlerce kör arasında gözleri gören tek insan olmanın yüklediği sorumluluk bilincini, çaresizliğini saygı hayranlıkla izleriz. Umudunun tükendiği körlerle dolu bir caddede gözyaşlarını yalayan bir köpeği unutamayız. Göz yaşı yalayan köpeğin sayesinde tekrar toparlanan doktorun karısı insanlığın son umududur belki de.
Bu günlerde saygıyı hak etmekten daha fazlası ve tüm insanlığın sonsuza kadar minnetle anacağı salgına karşı mücadele verenleri unutmadan onlara da destek olmak için doktorun karısının günümüzü de çok iyi anlatan kitaptaki şu sözleriyle bitirelim. “Ölümsüz değiliz, ölümden kaçamayız ama hiç olmazsa kör olmaktan kaçınmalıyız.”