“Alışkanlıklarımız, önyargılarımız, duygularımız kadar büyük başka düşmanımız yok aslında.” diye yazar Rus romancı Fyodor Gladkov, Çimento adlı romanında. Müslüm Gürses’in hayatını anlatan MÜSLÜM filmi, seksen ve doksanlı yıllarda benim gibi düşünen birçok insanın Müslüm Gürses hakkındaki önyargılarını da yok eder umarım.
Cem Ulkay ve Ketche’nin yönettiği, senaryosu Hakan Günday ve Gürhan Özçiftçi’ye ait vizyondaki Müslüm filminden söz ediyorum. Film arabesk müziğin isyankar şarkıcısı Müslüm Gürses’in hayat hikayesini, Urfa’da ki çocukluğundan başlayıp, meşhur oluşu, Muhterem Nur ile evlenmesini, konserlerini ölümüne kadar anlatıyor. Müslüm Gürses’in Urfa ve Adana’da geçen çocukluk yıllarını Alper Parlak, gençlik yıllarını Şahin Kendirci, sonrasını ise Timuçin Esen canlandırmış, şarkıları da Kendirci ve Esen söylüyor. Zaman zaman acaba Müslüm kendisi mi oynuyor diye düşündüm.
Annesi (Ayça Bingöl) ve kardeşleri ile birlikte babasının şiddetine maruz kalan Müslüm’ün hayatı Adana’da Halkevi’nde karşılaştığı bağlama ustası ile tanışması ve ondan müzik dersleri alması sonrasında ustası ile birlikte açık hava sinemalarında türkü söylemeye başlamasıyla değişir. Filmde Cumhuriyet sonrası kurulan Halkevleri, sıcak, sanat dolu ortamı ile sadece akademik gelişim için değil aynı zamanda birer hayat okuludur. Televizyonun olmadığı yıllarda halkın en önemli eğlence yeri olan yazlık açık hava sinemaları gençler için sadece film izleme yeri değildi. Gazoz içilip ilk buluşma yerleriydi aynı zamanda. Ancak Müslüm’ün gözü filmde gördüğü Muhterem Nur’dan başkasını görmez. Müslüm yoksul ailesine bakmak zorundadır. Halkevi’nde bağlama ustası Limoncu Ali’nin (Erkan Can) “yolunu kaybetme” uyarısı ile Halkevi’nden ayrılarak Adana pavyonlarında türkü söylemeye başlar.
Filmde günümüzün de toplumsal yarası aile içi kadına yönelik şiddet, hem Müslüm’ün annesi hem de Muhterem Nur (Zerrin Tekindor) üzerinden başarılı bir şekilde ele alınmış. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de alkolik kocalar hayatlarının zorluklarının sorumlusu eşleriymiş gibi bütün hınçlarını onlara yansıtmışlar.
Yetmişli yıllarda başlayan arabesk müziği, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, toplumun politikadan uzaklaştırılması ile birlikte sığınılacak bir liman oldu. Zaten kendisine hep bir baba arayan insanlar, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay ve Müslüm Babaya sarıldılar. Onların şarkıları ile avunmaya, hayata tutunmaya çalıştılar. Demirelci, Ecevitçi, Türkeşçi ve Erbakancı olanlar, Müslümcü, Ferdici, Orhancı olmuştu. Müslüm Gürses de bu dönemde tüm ülkede tanınmış, ona taparcasına bağlı, konserlerinde kendilerini jiletle kesecek kadar fanatik sevenleri oluşmuştu. Onu diğer arabesk şarkıcılarından ayıran da; onun “Yakarsa dünyayı garipler yakar” sözü gibi toplumun en yoksul, en çok ezilen kitlelerine daha yakın duruşundandır.
Müslüm, Yunus Emre’nin kitabını yanından ayırmaz. Onu konserinde öldürmek isteyen hayranına bile sevgi ile yaklaşır. Hatta kendisine ve ailesine kötülükler yapan babasına bile kapılarını kapatmaz. Onun acılarla dolu hayat hikayesini izledikten sonra, geçmişte hem ona hem de onu sevenlere karşı duyduğum küçümseme duygusu ile onlara haksızlık yaptığımı anladım. Ancak sanırım Yunus’un felsefesinden etkilenen Müslüm de benim gibi düşünenlere hoş görüyle bakacaktır. Çünkü Yunus Emre’nin dediği gibi;
“Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz.”.